Makale
“Türk Usulü” ve Yöntem Sorunu
USUL MESELESİ ve MEZHEPLERDEN MEKTEBE YÖNTEM SORUNU III
Türk usulü nedir? Böyle bir usul var mıdır? Kastedilen usul müdür yoksa usulsüzlük mü? EÄŸer ikincisi ise usul denilmesinin nedeni ironi yapılması mı? Bu ve ‘Burası Türkiye!’ ‘Bizde iÅŸler böyle yürür.’ gibi ifadeler aÅŸağı yukarı aynı minvalde kullanılır. BaÄŸlamına göre beÄŸeni, eleÅŸtiri veya savunma ifade eder. Takdir eden göğsünü gere gere, tekdir eden burun kıvırarak söyler. Kendini mazur gösteren savunma tonuna sığınır. Hizaya çeken sopa gibi kullanır; hızını alamadığında paylar: ‘Eski köye yeni adet getirme!’ Anlaşılan pek çok kullanıcı mazmunu kendine ve parçası olduÄŸu topluma has bir farklılık kabul eder.
Farklılık, varlıkları birbirinden ve hemcinsinden ayıran bir gerçekliktir ve kimisi de ayırıcı bir göstergedir. Toplumlar arasındaki fark, bireylerinin farklılığından daha çok etnik, ekolojik, ekonomik, dini, sosyal, kültürel vb. saiklerle benimsenen zihniyet, kültürel kodlar ve davranış kalıplarından kaynaklanır. Fertten ümmete, her birimde görülen fark, batı ve doğu arasındaki gibi küresel, beldeler arasındaki gibi yerel olabilir. Göç, savaş, inanç veya medeniyet değiştirme gibi dinamikler bazı farklılıkları kemikleştirir, bazılarını zayıflatır, kimini dönüştürür. Yaşanan köklü her değişiklik, oturmuş ilişkileri sarsar ve taşların yerine oturması zaman alır. Sükûnet bulana kadar şahit olunan gelgitler geçiş toplumlarının bariz özelliğidir. Türk usulü denilen vakıa, göçerlikten yerleşikliğe, süregelen kesintisiz hareket ve son asırlarda yaşanan ve ardı arkası kesilmeyen ağır sarsıntıların etkisiyle yapılan savunmalar, benimsenen kabuller, edinilen alışkanlıklar, geliştirilen telafi mekanizmalarının bileşkesi olabilir. Dolayısıyla onun sorunları çözme, aşma ya da çalıyı dolaşma tarz ve reflekslerinin adı olması muhtemeldir.
Belki de bu olgu, kadim medeniyetle batıcılık arasında sıkışıp kalmış bir coÄŸrafyanın çocuklarının varoluÅŸ felsefesidir. Batı karşısında yaÅŸanan ezikliÄŸi pekiÅŸtiren askeri yenilgi, zihinleri sarsmış, tasavvurları deÄŸiÅŸtirmiÅŸ, deÄŸerleri tartışılır hale getirmiÅŸtir. Balkanların Endülüs’e dönüşmesine, Ä°slam coÄŸrafyasının pek çok yerinin iÅŸgal edilmesine ÅŸahit olanlar âdetten örfe, ilimden irfana, yasadan dine her ÅŸeyden kuÅŸku duyar olmuÅŸtur. Ãœstelik iÅŸgalciler halkın dinle, gelenekle, kültürle, ahlakla bağını koparmak için insani olup olmadığına aldırmaksızın her yola baÅŸvurmuÅŸtur. Ä°ÅŸgale uÄŸramayan yerlerde de durum pek farklı deÄŸildir zira failler farklı olsa da yer alınan kamp aynıdır. Onlar da kadim medeniyeti silip süpürmeyi, büyük çoÄŸunluÄŸun direndiÄŸi bir baÅŸka medeniyeti ikame etmeyi irade ettiler. Ahmet HaÅŸim’in Müslüman Saati isimli kısa denemesi, bu tercihin sonuçlarını tespit eden çarpıcı bir metindir.
Her şeye rağmen devraldığı mirasa sadık kalan, ne pahasına olursa olsun onu muhafaza etmeye çalışan çoğunluğun durumu kelimenin tam anlamıyla yoksunluktu. Ölüm kalım savaşının yorduğu zihinler, yıprattığı bedenler, yoksullaştırdığı haneler, ilmi mirasın alfabesinden bile mahrum kaldılar. İlim ehli itibar görmedi ve dolayısıyla ulemadan hayatta kalanların tamamı kendi köşesine çekildi. İlahiyat Fakültesi, öğrenci bulamadığı gerekçesiyle kapatıldı; bunu din derslerinin kaldırılması takip etti. Bunlar, eğitim felsefesinin değiştiğinin göstergesiydi ve bu anlayışta din eğitimine yer yoktu; bu alanda oluşan boşluğun bir kısmı ne yazık ki ehil olmayan kişiler tarafından dolduruldu. Devran döndü, İmam Hatipler ve İlahiyat Fakülteleri açıldı ve fakat bu seferde mezunları ile medrese, tarikat ve cemaat mensupları arasında dışlamaktan kabullenmeye, zaman zaman gerilimli, bir dizi ilişki yaşandı. Niyet ne olursa olsun kaynak boşluğunu bir nebze dolduran tercüme eserler, var olan tartışmaları alevlendirdi, ihtilaf konularını çeşitlendirdi. Çeşitli fikirler etrafında kümelenen kişiler, dergiler çıkardılar, yayınevi, dernek ve vakıflar kurdular. Siyasi otorite, kimi zaman müsamaha etti, kimi zaman derdest etti ve fakat onlar aralarındaki farklılıkları rahmet değil ayrışma nedeni saydılar.
Yakın tarihteki yaşanmışlıklar, bir anlamda bu felsefeye can veren zemindir ve dolayısıyla onun mahiyetinde, kurucu iradenin tercihiyle çoğunluğun direnişi arasındaki gerilimin etkisi büyüktür. Ayrıca maarifin hedefleri ile hayatın gerçeklikleri arasındaki irtibatsızlık ve hatta karşıtlık, bir başka ve fakat asıl etken kabul edilmelidir. Maarifin çoğunluğun davranışlarını yönlendirme gücünün, onların hayatında işgal ettiği uzun yıllarla doğru orantılı olduğu söylenemez. İddialar sürücü adaylarını eğiten, onlara kalıcı davranışlar kazandıran okul ve kurslar mı yoksa trafik mi, sorusu çerçevesinde tartışılabilir. Gözlemler, yolların durumu, trafiğin akışı, tabela ve işaretlerin yeterliliği, yasaların işlevselliği, cezaların caydırıcılığı, yetkililerin tutumları ve sürücüler arası etkileşimin, aldıkları eğitimden daha belirleyici olduğunu gösteriyor. Şoförlerin tercihlerini, alışkanlıklarını, duruşlarını, tutumlarını ve tarzlarını meleke haline getiren daha çok meslektaşlarının uygulamalarıdır. Sürücünün eğitim esnasında öğrendiklerinin pekişmesi, onların uygulama alanında desteklenmesine bağlıdır. Aksi halde baskın olan belirler ve maalesef sürücü davranışlarının oluşumunda eğitim, bastıran değil bastırılan taraftır.
Davranışların meleke haline gelmesinde, eğitimin değil kökleşmiş pratiklerin asıl etken olmasının iki taraf arasındaki çatışmanın dışında bizzat eğitimden kaynaklanan nedenleri de vardır. Öyle olmasa onun, yanlışları fark edip düzeltme dirayeti gösterilmesinde daha etkili olması gerekirdi. Öğrettiği bir kuralı meleke haline gelecek kadar talim ettirmemesi, onun bu imkânını elinden alan nedenlerin başında gelir. Elzem sürücü davranışlarını, gerektiğinde kendiliğinden devreye girecek hale getirmeden ehliyet veren sistem de eğitimin bu zaafını destekler. En küçük hatayı kabul etmeyen kararlı bir tutum yerine gevşek bir yaklaşım sergileyen sınav sistemi, kurala uyma alışkanlığı kazanma isteğini zayıflatır. Buna, kıdemli sürücülerin kötü örnekliği eklendiğinde, eğitimin kazandırdıkları çok geçmeden yok olur. Kural ihlalinin önemsenmediği, cezaların caydırıcı olmadığı bir yerde işine geldiği gibi hareket etmek normal hale gelir. Sözün özü bizzat hayat tarafından desteklenmeyen eğitimin etkileri silinmekle kalmaz, taze sürücünün hocası, her gün bir parçası olduğu trafik olur.
Yollarda, sürücünün hocasının kim olduğunu ramazan ayı dâhil yaşayarak görüyoruz. Takva eğitimine ayrılan bu müstesna ayda akşam ezanı yaklaştıkça trafik çekilmez olur zira direksiyondaki oruçlunun gözü, vaktinde iftar etmekten başka bir şey görmez. Açlık dürtüsüyle hedefine kilitlenir ne oruçlu olduğunu hatırlar ne de gözü bir şey görür. Kurallar, trafiğin yoğunluğu, yolun durumu, hak hukuk aklına gelmez. Uyarma gafletinde bulunan da öfkesinden payını alır; cevabı oruçlu ağzına yakıştıramayan sabredip yutkunur, yakıştıranı anmaya değmez... Eğer oruç onu tutmuyorsa, günün neredeyse üçte ikisinde boşu boşuna aç kalır zira elde ettiği sevabı birkaç dakika uğruna heba eder. Takva eğitiminin taliplisi değil açlık güdüsünün esiri trafik canavarları yüzünden yollar emniyetsizlik şeritlerine dönüşür.
Ramazan içinde ya da dışında yayadan sürücüye yolcular kendilerini emniyette hissetmiyorsa şoförlerin hocası eğitim olabilir mi! Hayat, en sahici muallimdir zira onun önünde durmak zordur; o baskındır, o belirleyicidir. Kurallara uyma alışkanlığı kazanmamış fertlerin sonuca bir an önce ulaşma hırsları, hakkaniyet duygusunun önüne geçtiğinde ona kim engel olabilir ki! Böyle kişilerin arttığı bir toplumda bir de plansızlık, sistemsizlik hâkimse belirleyici olan hukuk değil kuralsızlık olur. Kuralsızlığın olduğu yerde ne nizam olur ne intizam. Bir anlık heves, devamlılığı sağlayamayan irade, bir sistem kuramayan zihin, kendini disiplin altına alamayan özne, hayatı çekilmez kılmak için kurulmuş iyi(!) bir ekiptir. Umarım Türk usulü ile kastedilen bu ekibin marifetleri değildir.
Kendini geliÅŸmiÅŸ kabul eden ülkeler, diÄŸerlerini ‘geliÅŸmemiÅŸ, az geliÅŸmiÅŸ’ gibi sınıflara ayırırlar fakat diplomatik nezaket gösterenler son ikisinin yerine ‘geliÅŸmekte olan ülkeler’ derler. Her zaman gücü elinde tutanlar kendilerini merkeze alarak taksimler yaparlar ve bu da onlardan biridir, der geçebiliriz ancak yaptıkları tanımın tespitleri, yabana atılacak cinsten deÄŸil: “GeliÅŸmekte olan ülkeler gerçek sorunlarını bilmezler. Bilseler bile tanımlayamazlar. Tanımlasalar bile öncelik sırasına dizemezler. Dizseler bile çözüm üretemezler. Ãœretseler bile uygulayamazlar. Uygulasalardı zaten geliÅŸmiÅŸ olurlardı.”
Gelişme açısında konumlandırıldığımız yer rencide edici de olsa, bu anlayışın ipliğini pazara çıkaracak esaslı eleştirilere sahip de olsak, bizim kendimizi nasıl gördüğümüz daha önemli de olsa, bunların hiçbiri içinde bulunduğumuz halin yakıcı gerçekliğini değiştirmez. Gerçek sorunlarımızı bilip bilmediğimize dair elimizde araştırmalar yok ancak gözlemlerimiz söz konusu tespitin hiç de yanlış olmadığını gösteriyor. Büyük çoğunluğun içinde bulunduğumuz halden şikâyetçi olması bile tanımda içkin tespitin isabetine yorulabilir. Şikâyetçi olmak hayra alamettir zira memnun olmayan arayışa girer. Arayış içinde olmak söylenmeyi bırakıp beğenilmeyeni beğenilecek duruma getirmek için harekete geçilmesine vesile olur. Harekete geçenlerden, gördükleri sorunların geçeğini sahtesinden, acilini olmayanından ayırabilenlerin onlara çözüm bulmaları ihtimal dâhilindedir. Gerçek sorunları belirleyip öncelik sırasına dizenler, onları tanımlama, sınırlarını belirleme, çözüm üretme imkânını elde ederler. Aklını kullanan, usulünü asıldan alan, insan fıtratına aşina, hayat denilen gerçekliğe vakıf olan irade, Türk usulünün ne olduğuyla ilgilenmelidir. Eğer o, bu coğrafya sakinlerinin alametifarikası ise kullanmasını bilene hazır bir imkândır.
Henüz yorum yapılmamış.